Yazan: Mikdat Ahmet Küçükömeroğlu
Fotoğrafın sizi çağırdığı, anı ölümsüzleştirme arzusu çektiğiniz zamanlar vardır. Bunlar, gezdiğiniz tarihi şehirlerde veya herhangi bir konumda; sabahın köründe yahut gecenin derinlerinde sizi kameranıza sürükler. Belki kafanızda çekeceğiniz fotoğrafı kurarsınız ya da bir an denk gelir aniden deklanşöre basarsınız.
O an salt doğrudur.
Ara sokaklara girersiniz, nehir kenarlarından geçersiniz, insanları izlersiniz ve işte o doğru an geldiğinde elinizde güzel bir “an” olur. Kısacası hayattan bir salise alırsınız kendinize. O anları beklersiniz aslında. Fotoğrafın sesini duymayı ardından deklanşöre basmayı.
Belki saatler sürer, belki günler ama o doğru sesi duymak için fazlasıyla zaman harcarsınız. Bu seslerin güzelliği budur aslında, nerede karşınıza çıkacağını bilemezsiniz ve her sokakta ya da her caddede karşı karşıya gelebilirsiniz.
İnsanlar bu seslerin odak noktasındadır. Ben ilk fotoğraf çekmeye başladığım zaman, çoğunlukla mimari eserleri, manzaraları veya insanların olmadığı kareleri çekerdim. Sonrasında çok değerli bir fotoğrafçıdan aldığım tavsiyeler üzerine daha fazla insan ve hayat odaklı kareler çekmeye başladım. Aradaki farkı hissettim, sesler git gide parçalarım haline geldiler. Objektife aldığım bir insanın o andaki ruh hali, mutlu ya da mutsuz fark etmez, çok değerliydi. Aslına bakacak olursanız her insanın ruh hali farklı olduğu için, çektiğiniz karelerin anlamları da farklı oluyor.
Kısacası kameranızı alın ve dışarı çıkın. O sesleri zaten duyacaksınız ve güzel kareler elde edeceksiniz.